İlim Hikmet Vakfı - KAYSERİ
+90 352 231 80 92
info@ilimhikmet.org.tr
  • KOZAKLI KARDEŞLİK KAMPI 2020
  • AZEZ
  • Kasım 2019 çay saati
  • Şule Yüksel Şenler
  • Anadolu Platformu Teşkilat Şurası
  • Anadolu Platformu Teşkilat Şurası
  • Anadolu Platformu Teşkilat Şurası
  • Çay Saati
  • İHV 13. Olağan Genel Kurulu Yapıldı
  • Murat Cahit Cıngı, Gençlere 100 Yıllık Değişim Sürecini Anlattı
  • Senai Demirci'den Kıssalarla Terapi Atölyesi
  • Kalem Düşünce Kulübü Panelinde Kuşak Farklılıkları Tartışıldı
  • İlim Hikmet Aile Kampı Yapıldı
  • İlim Hikmet Vakıf Bülteni 2. Sayısı Çıktı
  • AÖB Orta Öğretim Ara Dönem Kampı Yapıldı
ESMAÜL HUSNA
DÜŞÜNCE AKADEMİSİ
FOTOĞRAF GALERİSİ
YASAKLI AĞAÇ (MEYVE) !

 

Kuran kıssaları geçmişlerin basit hikâyelerinden ibaret olmayıp, kıyamete kadar her çağın/asrın yaşayanlarının kendilerinde birer izdüşümlerini bulacakları peygamber ve mümin insanların yaşamlarından çok önemli kesitlerdir. Üzerinde düşünülmesi, sebep/sonuç ilişkisinin çok iyi kurulması ve kendi asrımızda karşılaştığımız/karşılaşacağımız hadiselere karşı nasıl bir duruş sergilememiz gerektiğinin kodları ile dolu bu kıssalar, maalesef günümüzde Kerim Kitabımızın tamamına gösterilen duyarsızlığın benzeri gösterilmekte ve adeta televizyon ve salon toplantılarının dinsel görüntülerle süslenmesine yardımcı olacak basit hikâyelere indirgenmiştir. İnsanlığın onur/haysiyetinin ayaklar altına alınarak köleleştirilip zalimler tarafından putlara ve yaratılmışlara tapınmağa zorlandığı bir toplumun, Yusuf (as) şahsında Tevhidi hakikatlerden ödün vermeksizin edep/hayâ izzet ve şeref sahibi adanmış bir müminin onurlu duruşu ile erdemli bir topluma dönüşümünün sabır ile nasıl gerçekleşebileceğinin basamak basamak tüm merhalelerinin anlatıldığı bir yaşam mücadelesinin basit bir aşk hikâyesine dönüştürülmesi gibi. Diğer tüm kıssalarda Rabbimizin bizlere vermeye çalıştığı mesajlarda bu kıssadakinden farklı değildir.
Nuh’ta (as) yalnız bırakılmışlığı ve evlat ile imtihan olunuşu, İbrahim’de (as) Put kıranlığı, cesareti, adanmışlığı, mücadeleyi, arayışı, sorgulamayı, tevekkülü, baba ve oğul ile olan farklı imtihanları, İsmail’de (as) İlahi emre karşı sonsuz tevekkülü, Yunus’ta (as) pişmanlığı, Musa’da (as) Ulûhiyet iddiasında bulunan azgın bir yöneticiye karşı onurlu duruşu, İsa’da (as) tahrif ettikleri din ile toplumuna egemen olmaya çalışan sahte din adamlarına karşı verilen mücadeleyi, Eyüp (as) da sabrı öğreniyoruz. Rabbimiz kulları arasından seçip elçileri seviyesine çıkardığı bu kutlu insanlar ile aynı cinsin temsilcileri olan biz insanoğluna yaşamsal örnekliklerimiz kılıyor ve yol göstericiliğin nasıl/niceliğini bunların şahsında bizler için müşahhaslaştırıyor. Konumuza başlık oluşturan ve yazımızın içeriğine ilham kaynağı oluşturacak Âdem’de (as) ise işlenen bir günaha karşı duyulan büyük nedamet ve bütün içtenliği ile aranan tevbeyi görüyoruz.
“-Ey Âdem, sen ve eşin cennete yerleşin. Dilediğiniz yerden yiyin, fakat şu ağaca yaklaşmayın. Yoksa zalimlerden olursunuz.” (Araf, 19)
Yeryüzünün ilk insan şemailiyle topraktan yaratılmış mükellef varlığı Âdem. Kendisinden (topraktan) eşinin yaratıldığı varlık olan Âdem. Ateşten yaratılmış ve yaratılışından dolayı kendisini üstün gören ve bundan dolayı Rabbimizin emrine isyan eden İblis’in imtihanı olan Âdem. Yeryüzünün ilk günah işleyen varlığı Âdem. İşlediği günahı kendisine süslü gösteren ve ebedilik vadiyle aldatılan ve bunun neticesinde avret yerleri açılan Âdem.
“Şeytan, örtülü olan avret yerlerini kendilerine göstermek için, ikisine de gizlice fısıldadı ve şöyle dedi: -Rabbiniz, bu ağacı yalnızca ikinizin de melek olmamanız veya ölümsüz olmamanız için yasakladı. Ben sizin, iyiliğinizi isteyen, size öğüt verenlerdenim, diye onlara yemin etti. Böylece onları hile ile aldattı. Ağacın meyvesinden tattıklarında, avret yerleri kendilerine göründü ve oraları cennet yapraklarıyla örtmeye başladılar. Rableri, O ikisine: -Size bu ağacı yasaklamadım mı, şeytan sizin apaçık düşmanınızdır demedim mi? diye seslendi.” (Araf, 20-22)
Yeryüzü sahnesinin kıyamete kadar devam edegelecek çetin mücadelesinin ilk kodlarının verildiği bir an. Bu an İblis ve Âdem’in bundan sonraki süreçlerinde Şeytanlığı mı – Adamlığı mı tercihlerinin kendiliğini göstereceği ve yeryüzü sahnesinin son saat ile bitirileceği zamana kadar devam edecek sürecin başlangıcı. İblis isyanında ısrarcı olup Şeytanlığı, Âdem ve eşi ise yaptığı hata/günahtan dolayı pişmanlığı tercih ederek Adamlığı seçmiştir. Topraktan yaratılan Âdem ve eşi işledikleri hatayı avret yerlerinin açılmasıyla fark ettiler ve bunu hemen yapraklarla tesettür etmenin yollarını aradılar. Örtünme hayânın, edebin, utanmışlığın bir tezahürü olarak kodlanmıştı Âdem ve eşinin fıtratına. Bu Rabbin hoşuna gitmeyen bir eylemdi. Uyarıldıkları halde işlenen bir kabahatti. Çok çabuk pişmanlık duyuldu, çok çabuk nedamet duyguları tüm vücutları sardı ve çok çabuk kendi nefis dünyalarında fırtınalar kopmaya başladı. Ahirete iman etmiş bu yeryüzünün topraktan yaratılmış iki mükellef varlığı atalık edecekleri nesillere işlenen bir suçtan dolayı nasıl tevbe edilmesi gerektiğini de öğretmeliydiler. Derken;
“- Rabbimiz, kendimize zulmettik, bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen elbette hüsrana uğrayanlardan oluruz, dediler. Allah buyurdu ki: -Birbirinize düşman olarak inin! Yeryüzünde belirli bir süreye kadar yerleşip, geçinmek size takdir edildi. Orada yaşayacak, orada ölecek ve oradan çıkarılacaksınız.” (Araf, 23-25)
Yalvarılacak, yakarılacak, af dilenecek tek merci kişiye şah damarından dahi yakın olan Yüce Yaratıcı Allah Zülcelal’di. Gidilecek, sığınılacak başka hiçbir kapı yoktu. Zira O tüm kâinatın tek Halikı idi. Kalpleri, sadırları en iyi bilen ve okuyandı. Ama nasıl tevbe edilecekti, nasıl af dilenecekti, nasıl yaptıkları işten dolayı çok pişman olduklarını söyleyecek ve ayıp yerlerinin örtülmesini nasıl sağlayacaklardı ??? Bir yığın soru ile nefislerine nasıl zulmettiklerini dillendiriyorlar, sürgün edilmişliğin, terk edilmişliğin, elde edilmiş kazanımların kaybedilişinin tüm acısını yüreklerinde yaşıyorlar ve çıkış yolu arıyorlardı. Asırlar sonrası torunu Yunus’un (as) görev yerini terk etmesi neticesinde balığın karnında ki nedameti de dedesinin Adamlığı gibi tezahür edecek ve “Zunnûna da. Hani o, öfkeli olarak giderken, aleyhinde hüküm vermeyeceğimizi zannetmişti. Karanlıklar içinde seslendi: - Senden başka ilah yoktur, Sen tüm noksanlıklardan yücesin. Gerçekten ben, zalimlerden oldum.” (Enbiya, 87) dua ederek Rabbinden bağışlanma dileyecekti. Âdem’in pişmanlığı Yüce Yaratıcının büyük merhameti neticesinde işlenen kusurun nasıl tevbeye dönüşmesi gerektiğini çağlara hitap ederek gösterecek ve tüm nesillere yol gösterecektir. “Âdem, Rabbinden kelimeler aldı, onları yerine getirdi. Bunun üzerine, Rabbi de tevbesini kabul etti. Nitekim O, tevbeleri daima kabul eden ve merhametli olandır.” (Bakara, 37)
Âdem ve eşi tevbeyi dillendirecekleri kelimeleri Rablerinden almışlardı. O Yüce merhamet sahibi Allah kıyamete kadar gelecek insanoğluna bu kıssa ile Şeytanın kendilerinin yollarında durarak nasıl azdırılacaklarını – fakat Salih kullardan olanların tuzağa düşürülemeyeceğini – bildiriyor ve sonucun nasıl olması gerektiğini müşahhaslaştırıyordu. Ve kullarına avret yerlerini örten giysileri de örten başka bir elbiseden bahsediyordu. Bu çarşıda/pazarda satılmayan, ellerle dokunulmayan, gözlerle görülemeyen, davranışların tezahürleri ile algılanabilen bir elbise idi. Adı Takva (İttika, sakınma, korunma) elbisesi idi.
“-Ey Âdemoğulları, size ayıp yerlerinizi örtecek ve süs olacak bir elbise indirdik. Takva elbisesi ise daha hayırlıdır. İşte bu, Allah'ın ayetlerindendir. Ola ki düşünüp, öğüt alırlar. -Ey Âdemoğulları, şeytan ana ve babanızı, ayıp yerlerini kendilerine göstermek için, elbiselerini soyarak cennetten çıkardığı gibi, sakın sizi de fitneye düşürmesin. O ve taraftarları, sizin onları göremediğiniz yerden sizi görürler. Biz, şeytanları iman etmeyenlerin velileri kıldık.” (Araf, 26-27)
Şeytan ne ile aldatmıştı ilk insanı? Melekleşmek/ebedileşmek ile. Yaratılışı itibariyle meleklerin ve cinlerin kendisine secde edilmesinin emredildiği varlık, yaratılışında ki bu hasleti unutuyor ve Şeytanın hilesine/tuzağına düşürülüyor. Bu bir defa oluyor, ikincisi tekrarlanmayan bir günah ve ondan sonraki yaşamında Salihlerden olan bir kul. Şimdi bu kıssa ile tüm nefislerin kendisinde araması gereken kişinin kendi yasaklı meyvesi ve bu yasaklı meyveyi yemeyi cazip kılan gerekçesi nedir? Başta Allah’ın (CC) vahyi ile korunmuşluğu altında bulunan elçileri dâhil olmak üzere tüm insanlık bu hayat imtihanına tabi olmakta ve kazanımlarının/kaybettiklerinin karşılığını mutlaka alacağı ahiret hayatı ile uyarılmaktadır. Yani ebediliği arayanlara gösterilen adres sadece ve sadece ahiret. Kazananlar ve kaybedenler için.
Din iman ve amelin birlikteliği ile anlam kazanan bir manzumedir. Kerim kitabımızın bütününe baktığımızda iman ve salih amel birlikte zikredilir. İman etmekle işin bitmeyeceğini, bunun bir iddia olduğunu ve ispatının da kendi şahsı başta olmak üzere toplumda tezahürünü bulacağı eylemler (salih ameller) ile mümkün olacağı bildirilmektedir. Kulun yapması emredilenleri yerine getirme çabasından, yapması yasak kılınanlardan sakınmasına kadar yaşamının her anının anlamlandırıldığı bir sistemin adıdır DİN. Tapınaklara ve vicdanlara hapsedilmemiş, bütün somut tezahürleri ile yaşamı şekillendirmiş, düşünce/eylemlerin bütünlük arz ettiği yaşam şeklidir. Seküler ve laik bir yaklaşım ilahi dinlerin özellikle amel unsurunun sosyal hayattan koparılması için geliştirilen ideolojilerdir. Dini ritüelleri kamusal hayattan ya tümden, ya da etkisizleştirerek çıkararak yaşama müdahalesine izin vermeyen bu yaklaşımlar tarihin her döneminde kendini göstermiştir. İşte yasak ağaç ve gerekçesi insanı özellikle bu amel ile ilgili kısımda sıkıştırmakta, tüm hile ve tuzaklar burada kurulmaktadır.
Peki, çağların ve çağımızın yasak ağaçları(meyveleri) nelerdir ve bununla ilgili üretilen gerekçeler bizlere nasıl fısıldanmaktadır? Ali Şeriati’nin HAC isimli kitabında “sen de İbrahim gibi kendi İsmail’ini getirmelisin Mina’ya. Senin İsmail’in kim? ancak sen bilebilirsin, başkası değil. Belki eşin, işin, yeteneğin, gücün, cinsiyetin, statün vs. ne olduğunu bilmiyorum, ama İbrahim’in İsmail’i sevdiği kadar sevdiğin bir şey olmalı… “ sorusunu sorduğu gibi sormalıyız kendi iç dünyamızda. “Seni yasaklı ağaca meyleden nedir? Bunu ancak sen bilebilirsin. Makamın, mevkiin, ekonomik kazanımların, dünyevileşme arzun, ihtirasın, statün, cinsiyetin… Seni avret yerleri açık gezdirecek ve daha acısı bunun dahi farkına vardıramayacak gerekçelerin nedir?
İktidarın mı? Makam ve Mevkiin mi? Yönetmekle sorumlu kılındığın toplumuna karşı nasıl bir duruş sergilemelisin? Adaleti elde tutan mı? Zulüm ile iktidarını sürdürmeye çalışan mı? Elde edilen iktidarı sanki kendisinden maruf bir hasletle elde etmiş gibi kibirleşen mi? Yoksa üzerine ağır bir yük binmiş bir yöneticinin bu yükün ağırlığı altında ezilerek ortaya koyduğu tüm tutum ve davranışlarda adaletten ödün vermeden çırpınan, mütevazileşen mi? Başta hazine olmak üzere kendisine emanet edilen tüm kaynaklara adeta babasının mirası gibi davranıp hoyratça yakınları başta olmak üzere iktidarı paylaştıkları ile harcayan mı? Yoksa tek kuruşunun dahi haksız bir şekilde harcanmasına göz yummayan mı?
Allah Resulünün “Milletinin efendisi milletine hizmet eden” anlayışını yönetim felsefesi kılan, “İçinizde Muhammed kimdir” sorusuna muhatap olacak kadar ashabı ile yaşamsal farklılıklar oluşturmayan, kızı Fatıma’nın bir hizmetçi talep etmesine karşılık “ashabının, özellikle sufha ashabının daha en temel ihtiyaçlarını karşılayamazken” çok sevdiği kızının bu talebini reddederek gelecek yöneticilere itibar arayışlarının nerede olması gerektiğini anlatan mı…
Sadece insanları değil yönettiği toprakların tamamına Mümince bir bakış açısı geliştirip, uyguladığı imar planlarından, sosyal ve kültürel faaliyetlere kadar Vahyin referansında Mescit/mabet merkezli, erdem/ahlak/hayâ korumacılığının egemen olacağı eğitim ve kültürel faaliyetlerin icra edileceği yerler mi? Başta toplumun inancı/geleneği olmak üzere her türlü değeri önce zihinlerde, sonra yaşamlarda batılılaşma/çağdaşlaşma argümanları ile değişime tabi tutacak imar ve sosyo-kültürel faaliyetleri hayata hâkim kılma çabası içinde olan mı? Daha birçok soru…
İnsanoğlunun en ağır imtihanlarının başında gelir iktidar sahibi olmak. Tarih sayfaları bu tiplemelerin çok farklı örnekleri ile doludur. Kerim Kitabımızın kıssalarında da bu tiplemelerin örneklemeleri belirgin bir anlatımla sunulmuştur bizlere. Firavun, Nemrut, Karun, Ebu Leheb, Ebu Cehil, Velid b. Muğire Zulmün/azgınlığın/tuğyanın temsilcileri olarak sembolleşirken, başta Allah Resulleri ve Onların getirdiklerine iman edip, bunlarla toplumlarını yönetenler, halkına erdemi, ahlakı, güzel yaşamı sunmayı ilke edinmiş adaleti ayakta tutanlar olarak sembolleşmişlerdir. Ebu Bekir ile başlamıştır adil iktidarlar dönemi Allah Resulünden sonra. Ömer’in adaleti ile doludur kitap sahifeleri. Osman’ın, Ali’nin (Allah hepsinden razı olsun) iktidarları ile tamamlanmıştır Hulefa-i Raşidin dönemi. Mescit merkezli adalet devleti, saray merkezli zulüm devletine dönüştürülmüştür aynı kitaba ve resule iman ettiğini iddia edenlerce. İktidar derken insanın ilk aklına ülke yönetiminin en tepesindeki insan gelmektedir. Bu doğru bir okuma olmasa gerek. Gücü elinde bulunduran ve bu çerçevede yönetmekle sorumlu kılındığı bir tebaaya sahip olan herkes iktidar sahibidir.
Mülkiyetin (mal) mi? İktidar hırsı kadar tehlikeli bir dürtüdür mülk sahibi olmak. Dünyevileşmektir diğer bir tanımı ile. Ebediliği yeryüzünde yaşama hırsıdır. Karun’dur Kur’an’da ki en belirgin tiplemesi. Hazinelerinin anahtarlarını dahi taşımak güçlü bir topluluğa ağır geliyordu. Kendisinden keramet görüyordu elde ettiği mülkiyetleri/malları. Şımarıktı/azgındı/cimri idi. Zalim iktidarın en sağlam sacayağı ve finansörü. Ebu Cehil’dir, Velid b. Muğire’dir bizim kuşaklara sembolleşerek ulaşan Allah Resulüne karşı duruşu sergilemiş siyasi/ekonomik güç odakları. Mezardakileri sayacak kadar çoklukla övünenlerdir. Elde ettikleri kazanımları ile halklarına, tebaalarına zulme dönüştürme aracı kılanlardır. Nankördür bunlar. Ahlak ve edepten yoksundurlar. Bahçe sahiplerinin kıssası da anlatılır Kerim kitabımızda. İbret alınsın diye. Azgınlığın, şımarıklığın, şükürsüzlüğün insanları nasıl alçaltıp tuğyanlaştırdığını bildirmek için. Bunlar kötü tiplemelerdir. Birde bu imtihanı başarı ile geçenler vardır. Davut ve Süleyman (as) peygamberler başta olmak üzere. Kendilerine verilen iktidar ve saltanatı, mülkü halkına hizmet etmekte harcayan, bu emanetin altında eriyen, tevazulaşan bir hayatın kahramanları olarak. Allah Resulünün ordularını donatan sahabelerini görürüz bu güzel yarışta. Osman’ı, Ebu Bekir’i, Abdurrahman ibn. Avf’ı ve daha birçoklarını. Ensar’ın yıldızlaşan paylaşımını görürüz toplumsal kardeşliğin tezahürleri olarak. Verecek hiçbir şeyi olmadığı halde gözyaşlarına boğularak yiyeceği üç hurmayı tasadduk eden isimsiz kahramanları okuruz.
En önemli salih amellerdendir infak. Mülk edinme hırsının panzehridir. Dünyevileşmenin, modernleşmenin önüne set çeken bir köprüdür zekât/infak/sadaka/tasadduk. Salih amellerde en çok övülen maddi ibadettir. İşlenen bir günahtan dolayı kirlenmiş bedenlerin temizliğidir infak. Köle azat etmek başta olmak üzere fakiri doyurma ve giydirmedir en çok teşvik edilen. Yolcuya, yoksula, yolda kalmışa, yetime, öksüze, yakın akrabaya sahip çıkmadır infak. Paylaşmadır, bölüşmedir, karşındaki olmaktır, nefis tezkiyesi/terbiyesidir, kardeşliktir.
Bizim kültürümüzde, şehir hayatımızda, meskenlerimizde yansır mülke bakışımız. Geçici konutlardır yaşamlarımızı sürdürdüğümüz mekânlar. Barınaktır/korunaktır mahremiyetlerimiz için. Yeryüzünde ki yaşamımızın geçiciliğini yansıtırız konutlarımıza, barınaklarımıza. Ama günümüz modern dünyasında çılgınca sağlam dayanıklı muhkem konutlar yapılmakta adeta ebediliği elde etmişiz gibi. Konutlarla oluşturmuşuz sınıfsal farklılıklarımızı, statülerimizi.
İlim/Bilgi mi? Tuğyan eden her insanın üçlü sacayağını oluşturan en önemli fısıltı sahipleridir elde ettikleri ilimleri bu uğurda kullananlar. Zekeriya’nın (as), Yahya’nın (as), Meryem’in (as), İsa’nın (as) imtihanları bu tiplemelerle olmuştur. Tahrif ettikleri dinlerin temsilcisi olduğunu iddia eden zavallı ilim/bilgi sahibi din adamı kılıklı bu tiplemeler halklara vahiy dininin öğretilerine karşı duruş sergilettirerek taşlattırmışlar, katlettirmişlerdir Allah’ın elçilerini. Kendi kazanımları başta olmak üzere velinimet bildikleri azgın iktidar sahiplerinin saltanatlarının devamını sağlamak için okurlar Allah kelamını. Allah ile referanslandırmaya çalışırlar tüm azgın ve sapkın düşünce/duruşlarını.
Bugünün çağdaş dünyasında da çoktur bu tiplemeler. Menajerler tutmuşlardır din ticaretini salya/sümük kanallarda, salon toplantılarında anlatmak için. Büyük büyük paralarla konuşurlar. Muhatapları genelde kadınlardır. Onlara döktürürler gözyaşlarını anlattıkları hurafe ve menkıbelerle. Daha çok reyting yaptırmak için daha çok sulandırmalıdırlar Allah’ın aziz dinini. Aslında bilmezler ki, içinde tüm dünyada olsa elde ettikleri kazanımlar az bir paha diye isimlendirilmiş Kerim kitabımızda ve akıbetlerinin ebedi kalmak üzere ateş/cehennem olduğu gerçeğini. İlahiyatçı/yazar/düşünür etiketleridir en güncel kullanılanlar. Mistik/batini hareketlerin lideri konumunda olanlar vardır ayrıca. Bunlarda kendi nefislerine fısıldanan yasak meyvelerini meşrulaştırmak için Allah ile haşa buluştuklarını, konuştuklarını, Resulü rüyalarında veya canlı canlı gördüklerini ve toplantılar yapıp yeni kararlar aldıklarını anlatır müritlerine, müntesiplerine utanmadan/sıkılmadan. Herzelerini ve hezeyanlarını Allah ve Resulü ile meşrulaştırmaya çalışma gayretidir. Yaptıkları gayri İslami organizasyonlara getirirler Allah Resulünün manevi şahsiyetlerini. Yaşadığımız çağın toplumlarının Allah’ın vahyetmiş olduğu hakikatlerden uzaklaşıp bu tür şarlatanların oluşturmaya çalıştığı farklı sentezci bir din anlayışıdır en büyük problemi. Allah’ın kendilerini diğer canlılardan farklı kıldığı aklını/beynini başkalarına ipotek ettirerek ararlar kurtuluşu ve cenneti bu şarlatanların eteğine ve himmetine yapışarak. Ucuzcu ve kolaycı bir bakış açısıdır havale edilen.
Nerede ne konuşması gerektiğini bil(e)mediğinden olsa gerek medya dünyasında tartışılır olmuş çağın yaşayan insanlarına hiçbir fayda sağlamayacak konular. Ümmet kan/gözyaşı deryasında boğulurken buna dair en ufak kelam etmezken gösteriverir kendisini Mübarek ayların ve gecelerin olduğu günlerde ekranlarda. Sunucusunun iştahını artıracak söylemler geliştirir çokbilmiş eda ve duruşuyla, adeta büyük bir cihadı kazanmış mücahit tafrasıyla. Düne kadar kendisinin de dâhil olduğu inanç sahiplerine söven kanalların reytinglerine katkı sağlar tebliğ(!) ediyorum edasıyla. Sözün şehvetine kapılıp adeta rakip ekarte eden sporcu veya yarışmacı pozları ile sürdürülen münazara ve münakaşalardan nasıl bir hayır/yarar umulur anlamak imkânsızdır.
Birde Allah anıldığında kalpleri titreyenler vardır. Büyüklüğü ve Azameti karşısında huşu ile eğilirler Rablerinin huzurunda. Sadece O’na kulluk edip, sadece O’ndan yardım dilerler. Dağların bile taşımaktan imtina ettiği emanetin ağırlığı ve sorumluluğu altında ezilirler. Hiçbir fısıldamanın kendilerini Rablerini anmaktan uzaklaştırmaması için sakındırırlar gözlerini, ellerini, ayaklarını, kulaklarını ve diğer tüm uzuvlarını harama ulaşmaktan. Kendilerine verilenleri başta mal/ilim olmak üzere harcarlar Allah’ın rızasını kazanmak için O’nun yolunda yetimlere, yoksullara, yolda kalmışlara, çaresizlere, mazlumlara.
Ticaretin mi? Övülmüştür helal kazancın ticaret ile aranması çabaları. Üçüncüsü Allah olan iki kişinin ortaklığıdır makbul olan. Birbirinin emanetçileridir, uyarıcılarıdır, destekçileridir yaptıkları işlerin. Ortakların fısıltısıdır diğerinin haberi olmaksızın atılan yanlış adımlar. Emanet algısının yanlış tevili ve yorumudur kulaklara fısıldanan. En güzel ticaret/alış veriş övülmüştür malların ve canların Allah yolunda harcanması olarak. Borç vermenin en güzeli Allah’a verilen borç olarak zikredilmiştir Karz-ı Hasen uygulaması. Elde edilen kazanımların aynı zamanda yeryüzü sahnesinin ağır bir imtihanı olarak zikredilmiştir Âdemoğluna. Helak edilmiştir Medyen halkı ölçü ve tartıda yaptıkları hileden, ticaretlerinde, alışverişlerinde ahitlerine uymadıklarından dolayı.
Kazanma hırsıdır insanoğlunun sadrına üflenen çirkin fısıltı. Bundan dolayıdır sakındırılmıştır iman edenler faizden, ribadan, stokçuluktan, irtikâptan, tefecilikten. Tatlı gösterilmiş meşruluğu sorgulanmayan bol kazanç. Yanlış infak anlayışı ile aldatılmıştır haram kazancın temizlenmesi. Gelişmişliği, çağdaşlığı burada aramış zavallı yönetenler ve yönetilenler. “Paranın dini olmaz” demişlerdir çok kazanmayı teşvik etmek için. Muasır seviyelere çok kazanarak, çok üreterek, çok tüketerek ulaşacağımız hedefleri ile yorulmuş zihinler/bedenler. Kapitalizm/Liberalizm sempatik kılınmış tüketim çarkının birer figüranlarına dönüştürülen Âdemoğluna. Daha iyi bir yaşamın yolları imaj maker’larla anlatılmış marka giyinmenin faziletleri, konseptlerle oluşturulmuş yaşam merkezleri Müslüman dünyanın zihin/yaşam kodlarına. Yeniden çağın ihtiyaçlarına göre tanımlanmış asgari müşterekler ve elde etmek için koşulmuş bankalara, finans kurumlarına ev ve araba sahibi olmak uğruna. Faiz müesseseleri türbanlı bayan elemanlarla ödemiş ihtiyar emeklilerin maaşlarını hayır dualarını (!) alarak. Eskiden bankanın uğrundan bile geçmekten imtina ederken, hangi bankanın kredilerinin daha avantajlı olduğunu anlatır olduk birbirimize…
Mezhep/Meşrep/Hizip/Tarikat/Grup/Cemaat mi? Hz. Muhammed’de ….. falan mezheptendi (haşa) diye başlar çok bilmiş zavallı halklarımız sözlerine. Yaşadığımız yüzyılın adeta bir vebası gibi kuşatmıştır tüm ümmetin zihinlerini/yaşamlarını. Kardeş kılınmışlığımızı unutturmuştur bize bu tek pencereli bakış açısı ve buradan baktıklarımızın mutlak doğru inancı ile hareket eden mantalitemizle. Üst çatıyı artık amentülerimiz, amellerimiz değil mezheplerimizin, meşreplerimizin, gruplarımızın belirledikleri oluşturuyor yaşadığımız çağda. Ümmet/vahdet bilinci sadece dillerde terennüm eden sahte söylemlerden öteye geçmeyen bir kavrama indirgenmiştir. Çağımızın en iniltili fısıltıları bunlar olsa gerek ki birbirini boğazlar oldu ümmetin fertleri olduğunu iddia eden kesimler. Yaşanan zulümlere bakarken zulmün kendisine değil uygulayanına göre şekillendi tanımlar ve tarifler. Bizim mezhepten/meşrepten/hizipten ise yapılanlar zulüm olmaktan çıkarak farklı tanımlarla izah edilmeye başlandı. İktidarı ellerinde tutan despot kimlikli şahsiyetler savaşın adaletini yok ederek yağdırdıkları bombaların altında kimin ve neyin olduğuna bakmadılar. Çocukmuş, kadınmış, ihtiyarmış, kültürmüş, tarihmiş, nebatatmış hiçbir anlam ifade etmeyen kavramlar ve nesneler oldu emri veren ve uygulayanlar açısından. Ne kadar çok insan katlettin o kadar çok büyük kahramanlıkları(!) hak etmiş oldun despot amirlerin ve yöneticilerinin nezdinde.
Sünniliğin ve Şiiliğin kutuplaştırdığı bir dünyanın liderliğine soyunmak adına yapıldı tarafgirlikler. Molla kıyafetli mezhep temsilcilerinin iktidar olduğu ülkeler başta olmak üzere en güçlü müttefikleri olarak durdular “stratejik konum” muhafazası adına zalimlerin arkasında. Adalet duygusu kaybolunca insanlar muhakeme ve mukayese kabiliyetini de yitiriyor gerçekten. Hangi mantıkla izah edebiliyorlar masum çocukların, kadınların, ihtiyarların, çaresizlerin ölümlerini gerçekten anlamlandırmak imkânsız. Tek kelimeyle kınamayı dahi düşündüttüremiyor bağnaz mezhepçilik bakış açısı. Hüseyin’e gözyaşı döküp ağıtlar yakanlar bugünün Yezitlerinin iktidarlarını ayakta tutmak için öldürülen masum çocukların kanları ellerine, yüzlerine bulaşmış bir vaziyette gezinmekteler yeryüzü topraklarında. Birileri de yeni Hüseyinleri yok etmek için kurulmuşlar insan satılan tezgâhlarının başına. Tüm oluşturdukları paktlarda İslam dinini ve müntesiplerini düşman ilan etmiş Batı(l)ı ülkeleri müttefik seçmek suretiyle geliştirilen dostluklar ile İslam coğrafyasında işlenen zulümlere ve katliamlara ortak olmuşlardır bir takım halkı Müslüman olan bu coğrafyanın ülkelerini yönetenler. Allah’ın (CC) hiçbir zaman dost edinilemeyeceğini bildirdiği bu güruha karşı ilan edilen dostluklarla işgal edilmekte İslam toprakları. Başta İsrail olmak üzere ABD ve AB öncülüğündeki devletler Ortadoğu’yu yaşanmaz kılıp yerli destekçileri Filistin’i, Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı, Cezayir’i işgal ederek kanlar akıtmaktalar, canlar yakmaktadırlar. Suriye’yi ise adeta haritan silmek ve insanlarını yok etmek için uğraşmaktadır tüm taraflar alabildiğince. İki yüzyıldır İslam coğrafyasının kalbine saplanan etnisite belasına, şimdilerde mezhep belası olarak ikinci hançer saplanmıştır. Bu daha çok acıtıyor/incitiyor ve kahrediyor vicdan sahibi müminleri.
Ana unsurlar olarak ele aldığımız çağın yasaklı meyvelerine bireysel ve toplumsal anlamdaki birçok davranışımızı ve düşüncemizi yerleştirebiliriz. Zira buradaki temel felsefe yenmemesi gereken bir ağacın meyvesinin Melekleşme/ebedileşme tuzaklarıyla ihlal edilişi vardı. Bu bir emrin yerine getirilmemesi, bir yasaktan sakınılmaması idi. Şimdi kendimize soralım. Biz yaşamımız boyunca iman etmiş olduğumuz Yüce Yaratıcımızın bizlerden istemiş olduğu hangi emirleri ihlal edip, hangi yasakları çiğnedik…
İmandan sonra üzerinde en çok durulan amel namazın ikamesidir. Zira hakkıyla ikame edilen namazdır tüm fahşadan/münkerattan alıkoyan. Fısıltılara aldatmalara, aldatılmalara karşı en güçlü zırhtır ikame edilen namaz. Yoksa “vay o namaz kılanların haline” nin muhatabı olur insanoğlu. İnfak gelir; Mal ve can ile yapılan, namazdan sonra müminlerin yapmakla mükellef kılındığı ibadetler olarak. Oruçlarımız gelir; Kendisini tuttuğumuz ve kendisinin de bizi tuttuğu, açlığı, susuzluğu, çaresizliği, olduğu halde tüketemeyişi anlamlandırmak için. Nefis terbiyesidir iyiden iyiye. Hac gelir; Arafat’ta bir olmak, mahşeri yaşamak, tüm sınıfsal farklılıkların hiçbir anlam ifade etmediğinin, renklerin-tenlerin, boyların-soyların değil inançların kardeşliği ile saf tutarak, yanarak, yakılarak yalvarışımızın göstergesi olarak. Tüm şeytanları taşlarız fısıltılarıyla bizi hak yoldan alıkoymaya çalışan, tüm sevdiklerimizi Allah yolunda kurban ederiz Mina’da. Başta anne-baba olmak üzere akrabaya, komşuya, yoksula, yetime, yolda kalmışa el uzatırız bize de el uzatılsın diye mahşer meydanında. Kâinata karşı duyarlı oluruz Yüce Yaratıcının en güzel sanatı olduğu için. Yalan sözden sakınmak, emanete layıkıyla riayet etmek, söz verdiğinde gereğini yerine getirmek, adaleti, erdemi ayakta tutanlar olmak gerekir müttaki bir kul olabilmek için. Hiçbir kınayıcının kınamasına bakmaksızın, makamların-mevkilerin değersizliğini haykırmak, kariyerin değil asıl olan Allah’ın rızasını kazanmak duygusu ile tesettürüne sahip çıkar kadımız/kızımız. Kişiliğini ve karakterini feministlerin, modernistlerin, reformistlerin şekillendirmesine izin vermeksizin bürünür olması gerek tesettürüne. Örtünmektir onun için tesettür karşı cinsine ve mahremlerine karşı. Ticaretimizi helal kazanmak ve kazandıklarımızı Allah yolunda infak etmek için temiz tutarız, kirletmeyiz. Faizden, ribadan, stokçuluktan, tefecilikten, müşterileri aldatmaktan şiddetle kaçınırız.
Birde nehyedilenler var şiddetle kaçınmamız istenen; İçki gibi, kumar gibi, fuhuş gibi akıl-nesil-mal-can emniyetlerine zarar vereceğinden kuşku duymadığımız büyük yasaklardan. Dünyevileşmek, ebedileşmek, kibirleşmek gelir insanı salih yolun yolcuları olmaktan alıkoyanlar olarak. Irkçılık gelir İblis’in şeytanlaşmasının en güçlü savunma refleksi olarak yaratılmıştan kılınan üstünlük olarak. Şeytan böyle fısıldar kavimlere, kabilelere “sen büyük bir milletsin, sen kahraman bir neslin evlatlarısın, sen cihana hükmetmiş bir imparatorluğun torunlarısın…” diye. Okşar gururları-kibirleri, depreşir yaratılmıştan üstün kılınmışlık damarları, yok eder inançla şekillenmiş kardeşlikleri. Allah Resulü aralarında iken Evs-Hazreç’te böyle aldatılmış, şeytanın yeryüzündeki temsilcileri olan münafıklar tarafından böyle fısıldanmıştı sadırlarına ve böylece sarılmıştı kılıçlarına boyunlarını vurmak için kardeşçe saf tuttuklarına.
Bu paragrafları daha çok uzatabiliriz. En az yaptığımız nefis muhasebesini en çok yapar hale geldiğimizde alırız iki elimizin arasına başımızı ve yaparız sırf Allah rızası için tefekkürlerimizi. O zaman çıkar bizim yasaklı meyvelerimiz.
İnsanoğlunun en büyük arsızlığı olsa gerek ki, yaptığı yanlışın farkına var(a)maması. Çirkin işlerin kendisine güzel gösterileceği ve bunlarla aldatılacağı gerçeği nedense hiç aklımıza gelmez, davranışlarımızı bu çerçevede hiç kontrol etme ihtiyacı duymayız. Âdem ve eşi yaptığı yanlışın bedelini çok ağır ödemiştir. Bir anlık hata idi. Ama nedameti, pişmanlığı çok büyük oldu. Tebük seferine katıl(a)mayan üç güzel sahabede görürüz benzer pişmanlıkları, nedametleri, tevbe arayışlarını. Terk edilmişliği, yalnız bırakılmışlığı, gidemedikleri seferden çok daha ağır bir imtihan ile karşı karşıya bırakılışlarını. Tam bir ay sürmüştür bu tecrit edilen müminlerin Rableri katından bağışlanmaları. Eşleri başta olmak üzere terk etmiştir tüm dostları, kardeşleri. Farklı fısıltılar üflenmiştir “seni peygamberin ve kavmin terk ettiyse gel bizim ülkenin vatandaşı ol, sana layık olduğun değeri verelim” diye. Ama bu müminler inanıyorlardı ki samimi kalp ile yapılan hiçbir tevbe karşılıksız kalmaz ve mutlaka Yüce Yaratıcı Allah Zülcelal tarafından affedilirdi. Evet, tüm müminlerin kendilerine sorması lazım işledikleri büyük büyük günahlardan sonra nasıl bir tutum ve davranış içerisinde olduklarını. Sormaları lazım emredilenlerin terkedilmesi ile nehye dilenlerin işlenmesi neticesinde (üstelik süreklilik arz edecek kadar arsızca) Yaratıcıya karşı kendimizi ne kadar müstağni gördüğümüzü. Farkında mıyız acaba bu müstağniliğimizin veya nasıl olsa affediliriz kolaycılığının ve ucuzculuğunun bizleri Allah ile aldattıklarının.
Netice itibariyle Nisa suresi 136. Ayeti kerimenin ışığında yeniden iman edenler olarak sorgulamamız gerek imanımızı, tekrarlamamız gerek bağlılığımızı ve teslimiyetimizi.

MUSTAFA DOĞU